-----------
Iyi bir Türkce dili ile
yazilmis herkesin rahatlikla anlayacagi ve ögrenecegi bilimsel bir makale
niteliginde,
E-Maille bana da ulasan bu
güzel makaleyi web sitemde sizle paylasmak istiyorum.
Bu makaleninde devleti yönetmege
calisanlarin okumalarini saglamak icin onlarinda, Milletvekillerin E-Mail
adresine gönderilmesini isterdim.
Zaman zaman kendi makalelerimde dile getirdigim görüs ve
deglerdirmelerimin de bu ve benzeri yazilarda paylasilmasi ile memnunum.
---------------------------
BİR TOPLUMSAL İLETİŞİM
KONUSU OLARAK
GÜNEYDOĞU SORUNUNA YAKLAŞIM:
Kafaları
ve Gönülleri Kazanmak
Prof. Dr. Özer Ozankaya
1. BÖLÜCÜ
GİRİŞİMİN HAKSIZLIĞI VE
TEMELSIZLİĞİ
Güneydoğu Anadolu
bölgemizdeki silahlı yıldırıcılık (terör)
eylemleri, demokratik düzenimiz de içinde olmak üzere, tüm Türkiye Cumhuriyeti
yurttaşlarının yurt, barış, özgürlük, güvenlik ve onur
başta olmak üzere yüksek çıkarlarımızı tehdit etme
özelliğine bürünmüş görünüyor.
Bilindiği gibi
dostluklar, güzellikler gibi düşmanlık ve kavgalar da önce
insanların yüreklerinde ve kaflarında başlar ya da
başlatılır.
Cumhuriyet Türkiyesinin
karşısına çıkarılan bu silahlı
yıldırıcılığı etkisiz kılıp
ortadan kaldırmak da, ancak toplum üyelerinin gönüllerini ve kafalarını
konuya ilişkin temel doğrularla bilgilendirerek kazanmakla olanaklıdır.
Demokrasi ve genellikle çağdaş uygarlık, insanların büyük
çoğunluğunun iyi niyetli, hak ve insaf duygularına sahip
olduğu güveni üzerinde yükselmiştir. Türkiye Cumhuriyeti devletinin
ve çağdaş Türk toplumsal kurumlarının hamuru da insan
doğasına bu iyimser bakış mayasıyla
yoğrulmuştur ve ona uluslararası düzeydeki
saygınlığını sağlayan asıl dayanak budur.
Gönülleri ve kafaları
kazanmada en etkili yol da, nesnellik (yani doğruya
bağlılık) üzerine kurulu olan bilimsel
yaklaşımdır. Ben de Güneydoğu Anadolu'da doğup
büyümüş, Cumhuriyetin çağdaş eğitim kurumlarından
uzak köy ve kasabalarda bile yararlanabilmiş bir toplumbilimci olarak,
nesnelliğin gerekleri olduğuna inandığım kimi temel
noktaları kamuoyunun dikkartine sunmayı yararlı buluyorum.
Her şeyden önce
vurgulamak gerekir ki hiçbir toplumsal
sorun, çağın
uygarlığının gereği olan düşünsel dayanaklardan
yoksun eylemlerle başarılı çözüme ulaştırılamaz.
Silahlı yıldırıcılar, Güneydoğu Anadolunun
Kürdistan olması kavgasındadırlar. Tarihin hiç bir
döneminde olmamış bir
şeyi zorbalıkla gerçekleştirebileceklerini -inanarak ya da inanmadan- öne sürüyorlar. Aslında bu iddia, Türkiyenin Dünya
ve Kurtuluş savaşlarından daha yeni çıktığı
en zayıf yıllarında da,
sömürgeci kışkırtması ve desteği ile ortaya
atılmıştı. Bugün de aynı sömürgeci
kışkırtması ve desteği süregidiyor. Ama hangi
dili konuşursa konuşsun iyi niyetli ve sağduyulu büyük
çoğunluk teslim etmektedir ki, nasıl Edirnesi, İstanbulu,
İzmiri, Antalyası, Trabzonu ile tüm yurdu en az bin yıldan
beri Türk, Çerkez, Laz, Arap, Kürt, Zaza
ayrılığı
olmaksızın birlikte donatıp bayındır kılmaya
çalışmış isek, 70 yılı aşkın Cumhuriyet
döneminde de çağdaş bir toplum olma yönünde nasıl ortak çabalarda
bulunagelmişsek, Güneydoğu Anadoluyu da yine en az bin yıldanberi,
yine hiç bir ayrılık gözetilmeksizin gönendirip bayındır
kılmaya çalışagelmişiz; yörede hâlâ ayakta duran hanlar,
hamamlar, kervansaraylar, yollar, köprüler, camiler, medreseler, yollar ve
kuşkusuz Cumhuriyet döneminin çağdaş sanayi, eğitim, bilim,
ulaşım, sağlık, sanat.. yapıtları ve
kurumları bunun yadsınamaz kanıtlarıdır. Örneğin Diyarbakırın,
Aynı iyi niyetli
çoğunluk, Cumhuriyet Türkiyesinin, din, mezhep, dil, ırk
ayrımı gözetmeksizin tüm yurttaşlarını eşit insan
haklarıyla donatan, her türlü kamusal haklara eşit biçimde sahip
kılan, her kamu mevkiine, her mesleğe gelmede eşit düzeyde tutan
bir devlet olduğunu; bu devletin sınırları içinde her
yurttaşın İzmirden Vana, Hakkâriden Edirneye dilediği
her yerde iş tutup mülk edinip ocak kurabildiğini de gereğince
değerlendirecektir. Çanakkalede ya da İzmirin kurtuluşunda
nasıl ana dili Kürtçe olan insanlarımızın da kanları
varsa, Vanda, Bitliste, Urfada, Mardinde, Maraşta .. da ana dili Türkçe olan
insanlarımızın kanları vardır. Muş ile Bitlis'i
doğrudan, Van'ı da dolaylı olarak Rus işgalinden ve dolayısıyla
Ermenistan olmaktan kurtaran komutan Mustafa Kemal değil midir?
II. BÖLÜCÜLÜK HEVESLERİNİ PALAZLANDIRAN
ETKENLER
Cumhuriyetimizin bu
temeller üzerine kurulmuş olmasına karşın Güney-Doğu
Anadoluda olayların böylesi bir niteliğe bürünebilmesinin nedenleri,
ancak geniş bir çerçevede açıklanabilir. Bu geniş açıklamaya
şimdilik yerimiz ve zamanımız olmasa da, ana etkenler olarak A) Hırslı
politikacının sorumsuzluğuna, B) Sömürgecillğin son kırk yıldır artan etkilerine,
C) Etkin, güçlü ve dürüst bir kamu
yönetimine olanak bırakmayan partizanlığa ve Ç) Küskün aydınlara değinmek
gerekmektedir.
A) Hırslı Polltikacının
Sorumsuzluğu
Celal Nuri (İleri) 1915te
yayınladığı Tarih-i İstikbal: Mesail-i Siyasiye (Geleceğin
Tarihi: Siyasal Sorunlar) adlı kitabında aynen şunları yazmıştı:
"Balkan
Savaşında Edirne hâlâ kahramanca dayanıyorken, Bab-I Ali
sınırları içinde -hükümet, demek istiyor, Ö.O.- bir kaç
kişinin Şu Edirne'yi versek de dışardan borç alabilsek
(istikraz edebilsek) dediklerini şu kulaklarımla duydum. O günün
sadrazamı, siyasetin ustası, görmüş-geçirmişi (piri)
dışişleri bakanı da bu düşüncedeydi.
Lord Curzon da Lozanda İsmet Paşaya Bugün
reddettiğin tüm isteklerimi, benden borç almaya geldiğinde birer
birer sana kabul ettireceğirn demişti. Cumhuriyet 1946ya,
bilemediniz 1950ye değin sömürgeciye bu fırsatı vermedi. Ama
çok partili yönetimi soysuzlaştırıcı hırslı politikacı,
ülkemizin ve ulusumuzun yüksek çıkarlarını. kendi
koltuğunda nerdeyse sürgit kalabilmek için içerde cehalete ve
geriliciliğe, dışarda
da bu birincilerin baş destekçisi yabancı
sömürgecilere peşkeş çekmekte duraksamamıştır. Bu
husus, Türkiyenin hem genel çağdaşlaşması, ekonomik
gelişmesi, demokratik ilerlemisi bakımlarından, hem de Güneydoğu
Anadoludaki, Kıbrıstaki, Ege Denizindeki, Batı Trakyadaki vb.
yüksek yararları açısından en büyük tehlikeyi
oluşturagelmiştir, görüşündeyim.
Şimdi bir seçim dönemine girilmiş bulunuyor. Sorumsuz
politikacı hırsının bu yaşamsal yurt sorununu
açık arttırmaya çıkaracak ölçüde gözlerinin
kararmamış olmasını dileyelim. Ancak çok iyimser
olmamıza olanak bırakmayan işaretler çoktan verilmeye
başlandı: en yetkili konumda bulunan kişi (Turgut Özal) Bölge
için eyalet türü bir yönetim düşüncesini ortaya atıverdi; kimi
politikacılar adeta yalnız bu bölgeye ve bu bölgede de belli bir
etnik topluluğa (kuşkusuz bu topluluğu ayrılıkçı
doğrultuda koşullandırmaya çalışacağı
beklenecek bir biçimde) dayalı bir siyasal parti kurmuşa benziyorlar;
iktidarda bulunan politikacılar ise koltuğu ne pahasına olursa
olsun yitirmemek için, böyle bir siyasal örgütlenişi, sağduyuya,
anayasaya, demokrasiye ve tüm ulusun onuruna ve üstün yaralama
aykırılığına bakmadan, sırf muhalefet
oylarını parçalayacağı düşüncesiyle destek vermekten
çekinmemektedirler.
B) Sömürgeciliğin
Etkileri
Yabancı -özellikle de Batı-
sömürgeciliğinin Doğu ve Güneydoğu Anadoluyu, Mustafa Kemalin
haykırdığı Tarih
bir ulusun haklarını aslâ inkâr etmez! gerçeğini hiçe sayarak,
öncelikle ve ağırlıkla Ermenistan, birazcık da -ayıp
olmasın gibisinden- kendilerine bağimlı ve hiç bir zaman
çobanlıktan daha yüksek düzeye çıkmasına olanak verilmeyecek bir
sözde Kürdistan yapmak gibi hain (çünkü Türk düşmanlığına
dayalı) planları olduğu bilinmektedir.
Çobanlıktan
daha yüksek bir düzeye çıkmaya olanak bırakmayacağı
yargımı açıklamak isterim: Sömürgeciliğin temelinde yatan
güdü, sömürdüğü ülkenin doğal kaynaklarını hammadde,
işgücünü ucuz emek, pazarını da serbest pazar olarak
kullanmak, bunun için de onu kendisiyle yarışabilecek bir toplumsal,
siyasal, bilimsel ve teknolojik gelişmeden alıkoymaktır. Bu
amacını gerçekleştirebilmek için ezdiği halkı
aşağılamak, o halkın kendi kendisini
aşağılıkk görmesini sağlamak zorundadır.
Zalimliğin psikolojisi ve sosyal psikolojisinde bu mekanizma yer
almaktadır: "İnsan sövüldüğü yere, köpek dövüldügü yere
gider! der zalimler. İngiliz sömürgeciliğinin saldırgan açgözlülüğü
yüzünden misak-ı Milli sınırları içindeki yerini alamayan
Musul ve Kerkük'te Kürdü, Türkü, Arabıyla yaklaşık 55
yıldır Barzani ve ona
yakın süredir Talabani güdümündeki toplulukların insanlık
onuruna yaraşır bir yaşam düzeyi yönünde hiçbir ilerlemeleri
olmamış, derbederliğin en koyusu içinde yaşayagelmişlerdir.
Oysa Misak-ı Milli'ye engel olunmamış olsaydı -o zaman
İngiliz para, silah ve kışkırtmasının ürünü
olduğu kanıtlanmış
bulunan Şeyh Sait ayaklanması da söz konusu
olamayacağı için- Kuzey Irak halkı da, Güneydoğu Anadolu da
tüm Türkiye de Atatürk devrim ve
kalkınma atılımının
toplumsal, ekonomik, kültürel verimlerinden çok yararlanabilecekti.
1919da
Halide Edib hanım, Mustafa Kemali Amerikan Korumacılığını
(Manda) kabul etmesi için sürekli baskı altına almaya
çalışanlara katılırken, yazdığı bir mektupta
aynen şu satırlara yer vermişti:
"Filipin
gibi ilkel bir memleketi bugün kendi kendini yönetebilir bir makine durumuna
getiren Amerika çok işimize geliyor. Onbeş-yirmi yıl zahmet
çektikten sonra yeni bir Türkiyeyi ve her bireyi öğrenim ve eğitimi,
kafa yapısı ile gerçek bağımsızhğı
kafasında ve cebinde taşıyan bir Türkiyeyi ancak Yeni
Dünyanın yeteneği yaratabilir. (Bknz. Nutuk, 1960, s. 96)
Aradan
bugün 70 yılı aşkın zaman geçmiş olduğu halde,
Filipinlerin ulaşabildiği nokta, Markos benzeri
sömürgeci-uşağı yöneticilerinin maşalığı
ile, Uzak Doğunun en büyük genelevi olma şânıdır!
Ama bağımsız ve çağdaş
Türkiyeyi engelleyemeyen sömürgeciliğin, bu kez bölücü silâhlı
eylemleri kışkırtıp desteklemesinin yeni ve çok daha öncelik
taşıyan bir başka gerekçesi oluşmuştur: Atatürk
Devrimleriyle gerçekleşen ve kapitalizmi de sosyalizm ya da kollektivizmi
de geride bırakan Türk çağdaşlaşmasının,
özellikle Orta-Doğuda petrolce zengin Arap ve İran toplumlarına
hem demokrasi, hem tam bağımsızlık, hem de
kaynaklarını ulusal yararları doğrultusunda özgürce kullanabileceği
için ekonomik gelişme örneği olmasını hiç istememektedirler.
Çünkü petroller ancak uydu-yönetimler altında sömürülebileceği gibi,
sanayileşme, çağdaşlaşma, kendi pazarına sahip
çıkma ve işgücünü çağın bilimi, tekniği ve
sanatıyla donatma yolu da ancak uydu yönetimler eliyle engellenebilir.
Ayrıca İsrailin güvenliği için de Arap toplumlarının
orta-çağcıl kafa yapısında ve buyurgan yönetimler
altında derbeder edilmesi en uygun yoldur. İşte Türkiyede de
Atatürk Devrimleri ve ilkelerinin bir yandan gerçek özü hiç, ama hiç
anlaşılsın istenmiyorken, öte yandan büst Atatürkçülüğüne
dönüştürülmesi, açıkça saldırılara
uğratılması, halkın -özellikle Doğu ve Güneydoğu
Anadoluda ama genellikle tüm kırsal bölgelerde- şeyhlik,
tarikatçılık gibi ne demokrasi ne de insan hakları ve
insanlık onuruyla hiç bağdaşmayan ortaçağcıl kurum
kalıntılarının etkisi altına sokulmaya
çalışılması
.. hep bu
sömürgeci desteği ile palazlandırılan olgulardır. Kırk yıldan beri
Türk Devrimi önderinin adını dudaklarının ucu ile anmadan
edemeyen hırslı basit-çıkar politikacısı, Onun Bütün dünya ve ey millet! İyice
biliniz ki Türk ulusu artık şeyhler, dervişler, müritler,
mansıplar topluluğu olamaz! Bir tek tarikat (=yol) vardır,
ugarlık tarikatı! Uygarlığın gereklerini yapmak, insan
olmak için yeter! uyarısını yetişen kuşaklardan
özenle saklamışlardır!
Oysa Türk Devrimi, tüm
Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarını, uygar insanlığa da
gerçekten örnek olacak ölçüdeki engin ufuklu toplumsal-ekonomik-siyasal
projesi, (uygarlık projesi) çevresinde coşkuyla birleştirebilecek
değerdedir.
C) Etkin, Güçlü ve Dürüst Bir
Kamu Yönetimine Olanak Bırakmayan Patizanlık
Her toplumda ulusal birliğin, iç barışın ve
gelişmenin en başta gelen koşulu, kamu yönetiminin etkin, güçlü
ve dürüst olmasıdır. Hele az gelişmiş ülkelerde en az
bulunan şey böyle bir yönetim iken, ülkeyi geliştirme
iddiasında bulunanların olanı daha da geliştirmeye
çalışacak yerde, kopkoyu bir patizan yönetimi hiç bir sorumluluk
kaygısı duymaksızın kurmaları, umutsuzluk verici bir
tutum olmaktadır. Hele özel güçlükleri bulunan yörelere en değerli
kamu görevlilerini atamak gerekirken, tam tersine buraları bir yandan
başarısız ya da kötü davranışlılar için
cezalandırma yeri, öte yandan kişilik sahibi bürokrat ya da kimi
teknisyenler için de -en yüksek mevkilerde bulunan bir yetkilinin basına
da yansıyacak biçimde Doğuya sürelim de aklı başına
gelsin demesi örneğinde olduğu gibi-, çalışma
şevkini köreltici bir sürgün yeri olarak görülüp gösterilmesi,
ayrıca tüm yurt çapında da Benim memurum işini bilir! türünde
erdem (!) çağrıları, Güneydoğudaki durumu da böyle
sorunsal boyutlara ulaştıran temel etkenler arasında yer almaktadır.
Yakın geçmişte bir dışişleri
bakanımızın, Bir de baktım CIA altımı
oymuş! dediği anımsanacak olursa, etkin, güçlü ve dürüst bir
kamu yönetimi kurma gereğini
savsaklamış olmanın, sömürgeci karışmalarını
da ne denli kolaylaştırdığını ve Güneydoğu
Anadoludaki durumu da çok değişik kılıflar altında
nasıl çığırından çıkarma olanağı
bulabileceğini kestirmek güç olmasa gerektir. Zaten şimdiden kimi
gazeteciler, Güneydoğuda konuşlanmasına göz yumulan Amerikan
askerlerine bir bölüm halkın, Türk askerlerine ya da Türkiye Cumhuriyeti
görevlilerine göstermedikleri ilgi ve yakınlığı
gösterdiklerini yazmaya başlarnışlardır!
Hemen belirtelim ki, çözüm,
önünde sonunda yine etkin, güçlü ve dürüst bir kamu yönetimi
gerçekleştirmekten geçecektir. Kuşkusuz bu gereklilik ne kadar çabuk
yerine getirilirse tüm ulusumuz ve yurdumuzun o kadar yararına
olacaktır. Bu bağlamda olmak üzere, Güneydoğudaki güvenlik
görevlilerinin de davranışlaında hiç bir
yasadışılığa ve keyfiliğe yer verilmediği
konusunda yöre halkında tam bir güven yaratmak zorunludur. Bu
bakımdan köy koruculuğu denilen yolun güvenlik sağlamada
etkinlik, güçlülük ve dürüstlük bakımlarından sakıncalı
yanları olabilir. Yörede henüz varlığını
küçümsenmeyecek ölçüde sürdürdüğü görülen aşiret ve ağalık
yapıları, bunlar arasındaki rekabetler ve kan davaları,
köy koruculuğunun çok kötüye kullanılması tehlikelerini
içerebilir; yurttaşm ancak benim güvenliğimi koruyan devletim var!
diyebilmesi durumunda gerçekleşebilecek olan devlet-yurttaş
sıcak bağlarının oluşmasını ve güçlenmesini
önleyebir.
Ancak, yöre
insanlarının çifti, çubuğu ve hayvanıyla, sanat ve mesleği
ile uğraşıyorken kendilerini gerçekten güven içinde duyabilmeleri
olarak anlaşılması gereken gerçek güvenliğin, en önemli bir
başka gereği ekonomik niteliktedir. Bu ekonomik gereğe biraz
sonra değinilecektir.
Ç) Küskün Aydınlar
Etkeni:
Türkiye Cumhuriyetinin
gerçek gücü, bilimi en doğru yol gösterici sayan ve bundan dolayı
aydın yurttaşlar yetiştirmeye içtenlikle, tutarlı olarak,
elden gelen en geniş kaynakları ayıran Türk
Aydınlanması politikasıydı. Bu politika, Demokrat Parti
hareketiyle geriye çevrilmeye çalışılmış, tam
olmamakla birlikte önemli ölçüde sonuçlar da alınmıştır. Ülkemizin
bugün içerden ve dışardan, her türlü tarihsel, hukuksal, ahlaki ve
vicdani ölçülere aykırılığı besbelli olan sözde bir
takım gerekçelerle bölünmesi yönünde bir hareket oluşturabilmesinde,
DP yönetimiyle başlayan bu çok yönlü gericilik poitikalarının baş
rolü oynadığında kuşku olmamalıdır. Bu
politikaların başlıca bir sonucu, her toplumsal özgürleşme,
gelişme ve ilerleme hareketinde öncülük etmesi eşyanın doğası
gereği olan gerçek aydınları küstürmek olmuş, bir yandan da
orta çağcıl kafalar üreten karacahillik örgütleri her türlü iç ve
dış kaynaklarla açıkça desteklenegelmiştir. İşin
alaylı ve gülünç yanı, tüm bu insan hakları ihlallerinin
demokrasi ve özgürlük adına yapılagelmesidir.
Anayasa,
Cumhurbaşkanlığı, dış işleri, içişleri,
sağlık, sosyal-yardım bakanlığı gibi Türkçe
sözlerin yerine hem yasalarda, hem de devlet ve parti tekelindeki radyolarda
Teşkilat-ı Esasiye Kanunu, Riyaset-i Cumhur, Hariciye Vekâleti,
Dahiliye Vekâleti, Sıhhat ve İçtimai Muavenet Vekâleti .... demek,
halkın halk tarafından, halk için yönetilmesi demek olan demokrasi
niyetiyle bağdaşır mı? Ulusal iradenin temsilcisi Türkiye
Büyük Millet Meclisinin çoğunluk üyelerinden kurulu olan, dolayısıyla
gerçekte TBMMni yalnız mânen değil, maddeten de temsil eden DP grup
toplantısında Odundan aday göstersem milletvekili seçtiririm!
diyen bir kafa yapısı ve bunu içine sindiren adı demokrat bir
parti meclis grubunun, hangi özgürlük, insan kişiliğine saygı,
toplumsal adalet, ... ilkesine uyduğu öne sürülebilir? Nadir de olsa
gerçekleşen bir meclis denetimini aşabilmek için Siz isterseniz
hilâfeti bile geri getirebilirsiniz diyen bir yönetici kadrosu, kendisini
demokrasi düzenin hiç bir meşruluk ölçüsüyle bağlı
saymadığını, koltuğunu yitirmemek için ulusal iradeyi
kesinlikle engelleyecek tertiplere girmekten çekinmeyeceğini ortaya
koymuş olmuyor muydu? Kendisine oy vermeyen yurttaşları
cezalandırmak üzere, onların yaşadıkları yerleşim
yerini il olmaktan, dolayısıyla milletvekili çıkarma
olanağından yoksun kılmaktan çekinmeyen kafalar demokrat
sayılabilir mi? Yurttaşın oyunu, onun özgür kafasına ve
vicdanına seslenerek kazanmaya çalışacak yerde, demokratik bir
toplumda meşru yeri olamayacak şeyh, ağa, tarikat
başkanı gibi ortaçağcıl etki sahiplerinin, yurttaşlar
üzerindeki baskılarını daha da arttırmak üzere devlet
olanaklarıyla desteklenmesi, sırtlarının sıvanması,
hatta Said-i Nursi örneğinde olduğu üzere ellerinin öpülüp bunun
fotoğraflarının köylüler arasında
dağıtılması, hangi demokrasi anlayışıyla,
hangi Atatürk ilkesiyle, hangi çağdaşlıkla
bağdaştırılabilir?
KAFALARI
VE GÖNÜLLERİ KAZANMAK
Bu örnekleri
biraz uzunca sayışımın nedeni, aydınları
küstüren, bunaltan ve umutsuzluğa düşüren demokrasi
dışı politikaların, kısa süren 27 Mayıs
Anayasası dönemi dışında, süregitmiş ve sömürgeci
devletlerce de desteklenegelmiş olmasıdır.
12 Mart
darbesinin felsefesi, zamanın Genel Kurmay Başkanının
kendi sözleriyle Sosyal uyanış
ekonomik gelişmenin önünde gidiyor! yakınmasıydı.
Öyleyse toplumsal uyanışı engelleyelim; hem de Atatürk
adına! 12 Eylülün felsefesi de, yine darbenin sözcüsü tarafından söylenen
biçimiyle bilim ve aydınlık düşmanlığı, yani
Üniversite düşmanlığı olmuştur. Üniversite öğretim
üyeleri için Şu bayrağı kaldıralım diyoruz, Kaç para vereceksin? diye
soruyorlar. suçlaması sıkılmadan yapılmıştır.
12 Eylülün 27 Mayıs
Anayasasını (aşırı özgürlük getirdiği gerekçesiyle)
tasfiye etme işlevini üstlenmiş bir hareket olduğu bugün kesin
olarak anlaşılmıştır. Bu anti- demokratik, insan
haklarına aykırı hareket de, tıpkı 12 Mart darbesi
gibi, dudakların ucuyla yine Atatürk adına
yapıldığı söylenmekle birlikte (ve içtenliksiz olarak böyle
söylendiği için), ulusal
bağımsızlığırnızın, yurt
bütünlüğümüzün, iç barışımızın temelleri olan Atatürk
ilkelerinin ve ayakta kaldığı kadarıyla Atatürk
öncülüğünde kurulmuş kurumların
saygınlığını yitirmesine, yeni kuşaklar ve Türk
Devrimini gerçek özüyle öğrenememiş yurttaşlar tarafından
yanlış anlaşılmasına, önemsiz ve değersiz
sanılmasına yol açmıştır; böylece de Türk ulusuna en
büyük zararı vermiştir.
Aydın
küskünlüğünün bir kaynağı da şudur ki, gerek 12 Mart, gerekse
12 Eylül darbeleri, siyasal yaşamdan kaba gücü ve silâhlı eylemleri
kaldırmaları için büyük yurttaş çoğunluğunun
yüreklerinde meşru karşılandıkları halde, bu askeri
yönetimler, sağ ve sol kaba güç örgütlerine karşı gereken
eşitlikle davranmadıkları ve bu nedenle istenen ölçüde etkili
olmadıkları gibi, yapmalarını halkın istediğini
hiç bir zaman öne süremeyecekleri işler yapmaya (ülkeye anayasa yapmak,
yargı bağımsızlığmı, üniversite
özerkliğini, sendika ve dernek kurma haklarını
kısıtlamak, şiddet propagandası yapıp
yapmadığına bakılmaksızın kitabı silâh gibi
görmek ve kitap okumayı istenmeyen bir şey olarak göstermek.. vb)
kalkışmakla, Atatürkün deyişiyle Kamu yararının her
gün yeniden yeniye özgürce tartışılması demek olan
demokrasinin ortamını, iklimini alabildiğine
bozmuşlardır. Bu sağ dikta yanlısı darbeler, toplumda
demokratik düzenin yerleşmesine ve güçlenmesine çalışmak gibi
bir hedefleri olmadığı için, sol dikta yanlılarını
tek yanlı olarak baskı altına almakla, onların da gerek
genellikle kamuoyunda, gerekse aydın denilebilecek kesimde, demokratik
düzenin meşruluk ölçüleri açısından eleştirilmesini ve
böylece tutarlı bir demokrasi kültürü gelişimini
güçleştirmişlerdir. Dahası, uçlar birleşir ilkesi
gereği, sol bağnazlar bile, yüzde yüz çark ederek kamuoyu
oluşturucu olanaklarla donatılmış, ama Cumhuriyetimizin
temellerini oluşturan ve bugün olduğu kadarıyla tüm gücünü ve
saygınlığını sağlayan Atatürk devriminin kurum ve
ilkeleri, ne eğitim kurumlarında, ne radyo ve televizyonlarda, hatta
ne de basında tutarlı ve içtenlikli olarak anlatıma
kavuşturulmamıştır.
Son
kırk yılın sağcı siyasal iktidarlarının,
bağımsız, özgür ve çağdaş bir toplum olmada en kilit önemdeki
öğretmenlik mesleğini çok
baltalayan, bu yaşamsal mesleğin toplumdaki konumunun çok
düşmesine yol açan, böyece ulusumuzun en yetenekli gençlerinin hiç
değilse bir bölümünün bu mesleğe girmeği istemesine olanak
bırakmayan bir politika izlediği, böylece bir yandan da niteliksiz
diplomalılar üretilegeldiği de bu bağlamda
anımsatılmak gerekir.
İşte temel
etkenleri kanımca bunlar olan bir aydın küskünlüğü, aydınlarımızın
temel işlevlerini gereğince yerie getirmesini engelleyegelmiş ve
Güneydoğu Anadolu sorununun gereksiz yere bunca ağırlaşmasına
katkıda bulunmuştur. Bilindiği gibi çağdaş bir
toplumda gerçek aydınlar şu temel işlevleri yerine getirirler:
aa)
Çağın bilimini, sanatını ve uygulayımını
(teknolojisini), en son gelişimleriyle izleyerek, kendi ulusal dilinde
işleyerek toplumun hizmetine sunmak ve böylece alt-kültür kesimleriyle
birlikte tüm toplumun bu yurtta yaşamı yaşanmaya değer
sayıp kaynaşmasına katkıda bulunmak. Unutulmamalıdır ki, kültürel benzeşme ve kaynaşma,
güçlü kültür varsa olanaklıdır. Güçlü kültür,
çağdaş kültürdür, Orta-Çağ kültürü değildir.
Çağdaş kültürün temel öğelerı ise şunlardır:
·
Çağın bilimini, sanatını ve
uygulayımını kendi dil kaynaklarından türetilen
terimlerle anlatıma kavuşturan
bir yazılı dil sahibi olmak;
·
insanı, toplumu, evreni tanıma,
yaşamı yaşanmaya değer kılan üstün değerleri
anlatıma kavuşturma yönünde özgür felsefi önermeler getirmek,
felsefi dizgeler (sistem) kurmak;
·
ileri teknolojiye ve ileri işbölümüne
dayalı gelişkin bir ekonomiye sahip olmak;
·
demokratik yönetim biçimiyle yönetilmek.
Böyle bir
çağdaş ulusal kültür, kuşkusuz yeterli aydınlara sahip
olmak ve onlara gerekli saygınlığı sağlamakla olur.
bb)
Toplum yaşamında tek yanlı, eksik, aceleci tutum ve
davranışları irdeleyerek, düzeltilip tamamlanmalarına
katkıda bulunmak;
cc)
Sorumsuz ve hırslı politikacıların yanlış ve
eksiklerini kamunun gözleri önüne sermek;
çç) Kimi
yayın organlarının, yığın iletişiminin
günümüzde kazandığı kısa süreli, ama derin
koşullandırıcı ve yanıltıcı etkisini kötüye
kullanıp, toplum için yaşamsal alanlarda malı götürme"ye
kalkma heveslerini kursaklarında bırakacak müdaheleleri
zamanında yapmak.
Bu konuyla ilgili olarak
belirtmek istediğim son bir husus, bu aydın
küskünlüğıınün, tüm dünyada özgürlük ülküsü yengin
çıktığına göre daha fazla uzun sürmeden
aşılacağını bekleyebileceğimizdir. Ayrıca ne
12 Mart, ne de 12 Eylül darbecilerinin hiç bir temel konudaki görüşlerini
savunabilecek gücü kendilerinde bulamamakta olmaları, Demokrat Parti'yle
ilgili olarak partizan TV'nin hazırlattığı
belgeselde de, unutturmak için bile olsa, DP yöneticilerinin yukarda
belirtilen antidemokratik davranışlarından sözetmeye ve hele
savunmaya cesaret edilememesi, özgürlük ve hukuk devleti adına sevinilecek
bir durumdur.
Yerel Kültür Konusu
Güneydoğu
Anadoluda silahlı yıldırıcılık eylemlerinde
bulunanlar, yerel kültür gerekçesine de dayanmaya
çalışmaktadırlar. Bugün yeryüzünün hemen her ülkesinde, yerel
kültür özellikleriyle ülkenin başka yörelerinden ya da hatta genelinden
irili-ufaklı farklılıklarla ayrılan kesimler vardır.
Toplumbilimde alt-tültür ya da kıyı-kültür kümeleri terimleriyle
adlandırılan bu olgu, sanayi-kent koşullarına dayalı
çağdaş toplumların ortaya çıkışına
değin, doğal yapı ve kaynaklar,
iklim farklılıkları gibi coğrafya
koşullarından, tarihsel olaylardan, değişik ekonomik
etkinliklerin daha başat yer tutmuş olmasından vb. ileri gelen
bir durumdu. Ancak sanayiye ve dolayısıyla ileri boyutlarda
işbölümüne dayalı ekonomi, kent biçimindeki yerleşim
düzeni, yığın
iletişimi ve ulaştırması, bilimin ve uygulayımın
yaygınlaşması.., ölçeği büyümüş, başka
deyişle her yöresi arasındaki ilişkileri
yoğunlaşıp bütünleşmiş büyük çaplı siyasal
yapılaşmayı, yani ulus-devleti zorunlu kılmış,
böylece benzeşme, bütünleşme ve kaynaşmayı
arttırmıştır. Bu ortamda asıl olarak folklor
düzeyinde olan yerel kültür, ulusal kültür potasını zenginleştirmek,
ona renk ve çeşni katmak üzere korunması ve geliştirilmesi istenen
değerler durumundadır.
Türk
Devriminin Halkevleri etkinlikleri, bu bakımdan tüm uygar toplumlara
örnek olacak çağdaş girişimlerdi. Gerçekten de amacı,
çağdaş ulusal kültürü işleyip geliştirmek üzere yerel
kültür değerlerini araştırmak ve tanıtmaktı. Ama
herhalde kültür ayrımcılığı yapmak ve bir yöreyi
öbürüne karşı soğutup, her birini ilkel, kısır,
verimsiz durumda tutmak değildi.
Türkiyenin özellikle
Güneydoğu bölgesinde ayrılıkçılık hareketi oluşturup
desteklemeğe pek teşne olan devletlerden örneğin Fransanın
kendi alt-kültür kesimlerine karşı oluşturup
yerleştirdiği politikasına bakalım: Kültürel özellikleri korumaya evet, ama kültür
ayrımcılığına hayır! (Particularités
culturelles, oui; mais particularisme culturel, non!). Fransada örneğin
Basklının Ben Basklıyım, ama Fransız kültürümle övünüyorum;
Fransız kültürüme çok şey borçluyum. demesi beklenir ve der.
Çünkü yerel kültürün
folklor düzeyinde olduğu, folklorun ise ne sanat, ne bilim, ne de
uygulayım (teknoloji) düzeyinde olmadığı, ancak ulusal kültürün
bu düzeye ulaşabileceği ve yerel kültürün ulusal kültür potasına
bu amaçla katılacak ham madde olduğu bilinir. Çağdaş ulusal
kültürün nesnel gereklerine yukarda değinmiştik. Hiç bir alt-kültür
kesiminin tek başına ulusal kültür düzeyine ulaşmasına,
örneğin tiyatro ya da opera, bir demiryolu ya da havayolu düzeni, bir gelişkin üniversite, bir
sağlık sigortası düzeni, bir demir-çelik fabrikası
kurmasına olanak yoktur.
Basklı bilir ki Bask diliyle ne bir hukuk düzeni, ne bir anayasa düzeni,
ne bir kent planlaması, ne bir vergi düzeni, ne çok türlülenmiş sanat
ve edebiyat dalları, ne her biri birçok alt uzmanlık dallarına
ayrılmış tıp, anatomi, biyoloji, fizik, kimya, matematik,
ruhbilim, toplumbilim, nüfusbilim, işletme, toplumsal ruhbilim,dilbilim...
gibi yüzlerce bilim dalı kurulup geliştirilemez.
Yerel
kültürü ayrılıkçılık aracı yapmak, o kültürü
yaşayan topluluğu, sömürgecinin iştahını kabartan
etnografya malzemesi düzeyinde bırakır. Sömürgeci de pençesine
geçirdiği böyle bir topluluğun bu düzeyden kurtulamaması için
neler yapmak gerektiğini çok iyi bilmektedir.
İnsanbilimin
(antropoloji) bilimler arasında saygınlığının
düşük olması, sömürgeciliğin hizmetinde, yani böl ve yönet amacı için yoğun olarak
kullanılmakta olmasından dolayıdır. Bölme ve yönetmenin yolu da, yerel ayrılıkları
derinleştirmek, kinler yaratacak kışkırtmalarda bulunmak,
yalnız bir yanı değil her
yanı silâhlandırarak kendisi ticaretini yaparken onların
derbeder olmasını sağlamak ve böylece o ülkede çağdaş
bir ulusal toplum bütünlüğü oluşturulmasını önlemektir.
Yerel
kültür konusunda dikkatlere sunulması gerekli bir olgu da şudur:
Biliyoruz ki, Anadolumuzun son bin yıllık tarihinin 300
yılını alan Selçuklu yönetimi Farsçayı resmi dil olarak
kullanmıştı; yani Türke ayrıcalık
tanıdığı öne sürülmesi olanağı yoktur. Ondan
sonraki 600 yıllık Osmanlı yönetiminin de hiç bir etnik grubu
ne dilini işlemekten, ne okul ya da medrese açıp bilim
geliştirmekten, ne kent kurup bayındır kılmaktan, ...... alıkoyan
hiç bir ayrım-gözetici davranışı olmadığı,
tam tersine bu etnik kümeler içinde Türkü hep horladığı ve
harcadığı tarihsel bir gerçektir. Öyleyse herhangi bir alt
kültür kesimi son 900-1000 yılda yazılı dil
geliştirememiş, bilim, sanat, edebiyat, felsefe, inanç sistemleri..
geliştirememiş, kent yaşamı ve kent kültürü
oluşturamamış ... ise, bunu herhangi bir ırk ya da kültür
şövenizmi ile açıklamanın doğru olmayacağı ortadadır.
Bu saydıklarımızı oluşturagelen başat kültür
kesimleriyle bu bin yıllık dönemde nasıl barış ve uyum
içinde bulunagelmiş ise, bugün de bu başat kültür çerçevesi içinde
çağdaş bir ulusal toplumun eşit haklara sahip
yurttaşları olarak, bu çağdaş ulusal kültüre kendi yerel
özellikleriyle renk, çeşni ve tad katarak bütünleşmesi hem
kendisinin, hem de yaşadığı topraklarda kendisi kadar hak
sahibi olan başat kültür sahibi toplumun özgürlük, onur ve gönenç gibi
üstün yararlarının gereğidir.
D)
Çağdaş Toplumsal Bütünleşmeyi Güçleştiren Sözde Liberal
Ekonomi Politikası:
Güneydoğu Anadoluda
bölücülük heveslerini gülünç düşürecek en etkili yol, bölgenin tarihsel ve
doğal etkenlerden ileri gelen görece daha geri-kalmış ekonomik
durumunu düzeltici ve aynı zamanda tüm yurtla etkin biçimde
bütünleşmesini sağlayıcı bir ekonomik kalkınma
planlaması olduğu halde, l950den bu yana izlenen Amerikan güdümlü
sözde-liberal ekonomi politikası bunun tam tersi bir yol izlemiş, tam
bir geri-bıraktırıcı sömürge politikasını tüm
Türkiyeye uygularken, bu bölgede olan dengeyi de önemli ölçüde bozmuştur.
Kendileri ağır sanayi sahibi olan ve
motor sanayileri de onca gelişkin olduğu halde insan ve yük
taşımacılığını asıl olarak
demiryollarıyla yapan ve demiryollarını sürekli geliştiren
hatta Nordern Railroads örneğinde görüldüğü gibi devletleştiren
başta ABD olmak üzere Batı Avrupa devletlerinin, motor sanayisinden
yoksun Türkiyeyi ağır sanayi kurmaktan ve demiryollarını
geliştirmek ve genişletmek bir yana olanı bile verimli
işletmekten (örneğin Ankara-İstanbul arasında ikinci bir
demiryolu yapmaktan) alıkoyucu baskılarına liberal ekonomi
demek için bilimin nesnellik ölçülerini hepten bir yana bırakmak gerekir.
Türkiyeyi Atatürkçü Devletçilik politikasından alıkoyan sömürgeci
Batı ve onunla işbirliği eden gerici iktidarlar, olduğu
kadarıyla sanayi ve hizmet etkinliklerinin yurt yüzeyine dengeli
dağılmasını da böylece engellemiş ve tam bir geri
bırakılmışlık göstergesi olmak üzere, Türkiyenin
sanayisinin 2/3ünü İstanbulla İzmit arasına gömmüş, geri
kalanının da en önemli bölümü İzmir, Bursa, Ankara, Adana ve
Eskişehirde toplanmıştır. Oysa kalkınma denilen
etkinliklerin yurt yüzeyine dengeli olarak dağılmaması,
başta ekonomi bilimi, tüm toplumsal bilimlerde gelişmenin değil,
tam tersine geri-bırakılmanın göstergesi sayılır.
Sanayileşmeden ve öbür gelişme etkinliklerinden yoksun kalan
yerlerde bir yandan eğitimsizlik, bir yandan işsizlik çığ
gibi büyürken, buralarda maddi varlık edinenlerin bu
varlıklarını başta Istanbul, Batı Anadolu kentlerine
aktarmaları, kendi bolgelerini ise
hem gelişmenin baş ögesi olan yetişkin nüfustan, hem orada
üretilen zenginliklerden yoksun kılıcı yeni bir etkene
dönüşmüştür. Kazandıkları servetleri kazandıkları
yerde üretken yatırıma dönüştürmeyen, dahası Istanbul
Hilton ve benzeri yerlerde milyarlık düğünlerde vb. savurganca tüketenler
arasında Vanlı, Bitlisli, Diyarbakırlı, Mardinli,
Urfalı zenginlerin de bulunduğu unutulmamalıdır.
Güneydoğu Anadoluda silahlı bölücünün,
bu olumsuz ekonomi politikasını halkı kışkırtmak
amacıyla kullanmasını önlemek için öncelikle, bu durumun yalnız
bu bölge için değil, tüm Türkiye için çok yıkımlı sonuçlar
verdiği açıkça söylenmelidir. Türkiyede
genel olarak dağ ve orman köyleri, hata gelişkin yöre diye bilinen
Akdenizin bir çok dağ ve orman köyleri, belki Güneydoğu Anadoluda
rastlanmayacak ölçüde yoksulluk ve terkedilmişlik içindedir. Tarsusun bir
orman köyünde halkın içme suyunu, birkaç kilometre öteden ve dağ
yokuşunu aşarak sırtında
taşıdığını yerinde gözlemlemiş bulunuyoruz. Ayrıca
kırsal göç ve önemli tutarlarda tarım topraklarının
işlenmeden kalması tüm kırsal alanlarımızı
etkileyen olumsuzluklardır.
Oysa Atatürk
Devletçiliği, kapitalizmin de, marksizmin de tüm antidemokratik,
insanı alçaltıcı, özgürlüğü yok edici nitelikleri bilinerek
oluşturulan, gelişme etkinliklerini tüm yurt yüzeyine dengeli
dağıtma gereğine göre davranan, gelir
dağılımını emek harcayanların gönencini gözetecek
biçimde düzenleyen bir sistemdi.
Bugün de tüm ulusumuzu
çağdaş bir toplum olarak bütünleştirip kaynaştıracak olan,
ayrılıkçılığın
haksızlığını da zararlarını da açıkça
kavrama olanağı verecek olan, böyle bir gerçekçi ekonomi
politikasıdır.
Bu vesileyle, tüm Türk ulusunun
vergileriyle yapılan yüzlerce trilyon değerindeki Güneydoğu
Anadolu Projesi (GAP)nin özel önemine işaret etmek gerekir. Her şeyden
önce bu girişim, bütünlenmiş bir kalkınma tasarımı
olmalı, yani yalnız tarımsal üretimi değil, aynı
zamanda tarımsal sanayi de içinde olmak üzere genel sanayileşmeyi de
içeren nitelik taşımalı ve öylece gerçekleşmelidir. Ulusal
ve kültürel kaynaşmada sanayileşme kadar etkili hiç bir etkinlik
türü düşünülemez. Çünkü sanayinin gittiği yere eğitim de,
sağlık da, ulaşım da, iletişim de, sanat da
.. gecikmeden
gitmektedir.
Ikincisi,
devletin resmi istatistiklerine göre GAP bölgesindeki tarımsal toprakların
%50 si, bu bölgedeki çiftçi ailelerin yalnızca % 4ünün elinde bulunuyor.
Tüm ulusumuzun görkemli kaynaklarıyla yapılan bir yatırım
sonunda altın değeri kazanacak olan toprakların
yarısının, bir küçük azınlığın mülkiyetinde
kalması, adalet duygularını derinden zedeler ve bölücü
propagandalara çok etkili olma fırsatı verebilir. Yaratılan
değeri adaletle bölüştüren ve özellikle de çiftçiyi
işlediği toprağın sahibi yapan bir toprak ve tarım
reformu hiç değilse GAP bölgesi için kaçınılmaz olmuştur,
kanısındayım.
Bu ekonomik önlemlere ek
olarak, eğitsel ve kültürel önlemler de alınması gerektiği
açıktır. Bunların yeterli bir listesini sunmak bu
yazının amacı değildir. Ancak çok etkili olacağım
düşündüğüm iki önleme değinmeden geçemeyeceğim. Birincisi, Güneydoğu ve Doğu Anadoluda
açılmış bulunan beş üniversiteyi, gerçek üniversite
düzeyine çıkarmak ve Türkiyenin her yerinden öğrencilerin özellikle
girmek isteyecekleri ölçüde yeterli sayı ve nitelikte öğretim
kadrosuyla, kitaplıklar ve deney odalarıyla, eğitsel araç ve
gereçlerle
donatmak. Ulusal kaynaşmayı ve kültürel benzeşmeyi
ileri boyutlarda gerçekleştirmede bilim ve eğitim kurumları da
çok etkilidirler. Türkiye Cumhuriyeti devletinin bunu başaramaycak ölçüde
yoksul olduğu kabule değer bir iddia değildir. Yalnızca
vergi kaçağı önlense bunun bir kaç katı kamusal projeyi
gerçekleştirmeğe yeter.
Ayrıca
bakanlıklar ve üniversiteler başta olmak üzere genel olarak kamusal
kuruluşların ve meslek odaları, vb. özel kuruluşların,
türlü etkinliklerinin (genel kurul, ulusal ve uluslararası
toplantılar, kongre ve konferanslar, sergi ve konserler... vb.) bir
bölümünü, her ay bölgenin bir kentine düşecek biçimde bu yurt yöresinde
düzenlemeleri de buralara çok yönlü canlılık ve bütünleşme
ögeleri getirecektir.
SONUÇ
Başlangıçta
da belirttiğim gibi, asıl olan kafaları ve gönülleri içtenlikle
kazanabilmektir. Bu yapılmadan hiç bir polis ya da jandarma önlemi,
tarihsel yanlışlıkları, yakın geçmişin ve hatta
bugünün sorumsuzluklarını ve sömürgeci
kışkırtmalarını etkisiz kılarak, bu yurt
köşesini Türkiye'nin gereğince bütünlenmiş bir parçası
yapmaya yetmez.
Düşüncelerimi
Atatürkün ulusal güç ve insanlararası ilişkiler üzerine iki
uyarısıyla tamamlamak istiyorum:
Ben en iyi siyasetin, her türlü
anlamıyla en çok güçlü olmakta bulunduğunu kabul ederim. En çok
güçlü olmak deyiminden anladığım, yalniz silah gücü
olduğunu sanmayınız. Tersine olarak bu, bence güç
toplamını oluşturan etkinliklerin sonuncusudur. Bence en çok
güçlü olmak bilim bakımından, fen bakımından ve ahlök
bakımından güçlü olmaktır; çünkü bu saydığım
değerlerden yoksun olan bir ulusun bütün bireylerinin en son silahlarla
donatıldığını tasarlasak bile, güçlü olduğunu
kabul etmek doğru olmaz. Bugünkü insanlık toplumunda insan olarak
yer alabilmek için eline silah almış olmak yetmez. Benim
anlayışıma göre güçlü bir ordu denildiği zaman
anlaşılması gereken anlam, her eri, subayı ve komutanı
uygarlık ve fen gereklerini kavramış ve ona göre
çalışma ve hareketlerini yürüten, yüksek ahlakta bir topluluktur.
İnsanları mutlu edeceğim diye
onları birbirine boğazlatmak, insanlık.dışı ve
son derece üzüntü verici bir sistemdir. İnsanları mutlu edecek tek
araç, onları birbirlerine yaklaştırarak, onlara birbirbirlerini
sevdirerek, karşılıklı maddi ve manevi gereksinimlerini
karşılamaya yarayan davranış ve güçtür.
Prof. Dr. Özer Ozankaya
Kararlılık mesajı çıktı ya daha
ne istiyorsunuz?
Yılmaz Özdil
Eğip bükmeden
soralım...
*
Son 5-6
yılda...
PKK'lı mı
tıktık içeri?
General-Subay-astsubay
mı?
*
Eli silahlı teröristlere habire
af çıkarırken; İstiklal Madalyası sahibi Jandarma Genel
Komutanı'nı hapse atıp, beyin kanaması geçirene kadar
içerde tutmadık mı?
PKK'ya yataklık
yaptığı için hapiste yatan kadını, çıkarıp,
Meclis'e sokarken, Cumhurbaşkanı'nın masasına davet
ederken; 1'inci Ordu Komutanı'nı "terör örgütü kurmak"tan
içeri tıkmadık mı?
Şehide "kelle"
dediği için tazminat ödemeye mahkûm olan, "Askerlik yan gelip yatma
yeri değildir canım kardeşim" diyen Başbakan'a,
"Bravo, aynen devam" deyip, yüzde 47 oy vermedik mi?
PKK, hastalanmaması için serçe
parmağının tansiyonu bile ölçülen Abdullah Öcalan'ın
saçı kesildi diye, kalkışma provası yapıp,
Diyarbakır'ı yakıp yıktığında, polisin-askerin
elini tutup, "Cana geleceğine mala gelsin" diyen Diyarbakır
Valisi'ne "aferin" deyip, Başbakanlık Müsteşarı
yapmadık mı?
Kafamızda Amerikan çuvalıyla
gezerken, koordinatör saçmalığı icat edip, "Amerika bizi
çok seviyor, istihbarat verecek" demedik mi?
"Amerika istedi diye
harekátı kısa kestik, içerde parça bıraktık, o
kampları tutmamız gerekirdi" dediği için, neredeyse
"vatan haini" ilan edilen Deniz Baykal, o kamplardan gelen
teröristler önceki gün Aktütün'ü bastığında haklı
çıkmadı mı?
Irak'taki hacivat "Kedi bile
vermem" derken; yaralı PKK'lıların tedavi edildiği Kuzey
Irak'taki hastaneyi bile kendi ellerimizle yapmadık mı?
Vatandaşa zam üstüne zam
geçirirken, PKK'yı koynunda besleyen Barzani'ye, Talabani'ye yarı
fiyatına elektrik vermiyor muyuz?
İstanbul'da, Ankara'da,
İzmir'de kadınları çocukları havaya uçurduklarında;
besleme medyadaki arkadaşlar utanmadan, "Ne malum PKK'nın
yaptığı" demedi mi?
Şehit çocukları çıplak
ayakla gezerken, tabut başındaki karnı burnunda tazeler
Allah'ıyla baş başa kalmışken; fitreleri
zekátları Mehmetçik Vakfı yerine, Almanya'da din-iman hortumcusu
olduğu alenen tescillenen Deniz Feneri'ne vermiyor muyuz?
Gariban ailelerin çocukları
şakır şakır şehit düşerken, subay-astsubay
çocukları oradan oraya tayin edilip, lise mezunu olana kadar 28 tane
şehir değiştiriyor; yaşadıkları travma nedeniyle
üniversite kazanamıyor ve onlara hiçbir ayrıcalık
tanınmıyorken; "Babamın parası var, benim de bokumda
boncuk var, onun için yurtdışında okuyorum" diyenler
askerlikten yırtmıyor mu?
Bir zamanlar bu memlekette askerlik
yapmayana kız bile verilmezken, "Popomda sivilce çıktı, bak
bu da raporu" diyenler, askerlikten sıyırmıyor mu?
*
Genelkurmay, 68 kere basılan 46
şehit verdiğimiz gecekondudan bozma dandik karakolu,
parasızlık nedeniyle 100 metre ileriye
taşıyamadığımızı açıklarken;
Genelkurmay eski Başkanı'na, korgeneral refakatinde askeri uçakla
taşıyarak, 1 trilyon liralık zırhlı Audi almadık
mı?
*
Neymiş efendim, terör zirvesi
toplanmış, kararlılık mesajı çıkmış...
Yerim ben sizin o kararlılık
diyen dillerinizi.